Hürriyet

1 Kasım 2011 Salı

Friedemann'ın Kamburu, Thomas Mann


" Edebiyat aracılığıyla esenliğe kavuşturulmasına karşın, yaşam, yaşama günahını işler durur sürekli, çünkü her eylem us gözünde bir günahtır." Lisaweta Iwanowna'ya açıldığı anlardan birinde söylemiştir,Tonio Kröger.
Tuhaftır Thomas Mann kahramanları, pek konuşmazlar. Novellerinde yaşam susmuşken bunu elbette yadırgamayız. Yakınmazlar ama. Yorgunlukları, tekdüze bir yaşamda dindirilebilecek sancıları vardır. Örneğin sarımsı loşlukta masada oturan Bay Spinell'e bakalım. Eğiktir başı. Cevap alamadığı mektuplardan birini yazarken görürüz. Ya da Johannes Friedemann tiplemesine. İronik dilin ustalığıyla yerden yere vurulmuştur. Sık sık kapandığı bürosunda hikaye ve şiir kitapları okur, kemanıyla oyalanır. Öne kavisli çarpık göğsüne rağmen keman çalmayı öğrenebilmiştir.
Öykü küçük bir kaza ile başlar. Annesi kızlarıyla çıktığı gezintiden dönünce bir aylık Friedemann' ı kundaklandığı masanın dibinde tortop yatarken bulur. Hizmetçi kadın, sarhoş, bebeğin başında öylece bakınıyordur. Alkol bağımlılığı ile açıklanır vurdumduymazlık. Sorumlu aranmaz. Anne öncesinde kadını uyarmıştır çünkü. Normal yaşamından soyutlanmış gibidir Friedemann. Onu tüm çıplaklığıyla görürüz. Yazarı için saplanıp kaldığı derinlikten kıymık gibi çekip alınacak sancıdır sanki. Okur okumaz, yaşama tutunmaya çalışan güçlü bir örnek olarak ayırdım onu. Onca olumsuzluğu bu sıska bedene reva gördüğü için, elbette yazarına içerleyerek. Yazar, talihsizliği cezalandırmak kastı taşırsa hiç şaşırmam. Lisaweta’ya söylenmiş şu sözler bu amaca dönük gibidir;
“ …bu iş için daha baştan seçilmiş ve lanet halkası boynuna geçirilmiş bir sanatçıyı, biraz bakmasını bilen kimse öteki insanların arasından hemen bulup çıkarır.” ( * )

İyi ki şans eseri önce, Faulkner’in Ses ve Öfke’sine bakmışım.Faulkner’in yerini tutar mıydı Thomas Mann? Örneğin, vücut dilinde sırnaşan dişiliği sessiz öfke ataklarına dönüşen Quentin, dayısı Jason’u cezalandırmak isterken Küçük Friedemann kişilerine ne kadar benzemekte? Kuralcılığın ardına gizlediği gerçek yüzüyle barışık yaşayan Jason’la Thomas Mann kahramanları baş edebilecek midir? Aslında daha çok Faulkner üzerinden Thomas Mann’ı arıyorum, izleklerini.

Ama itiraf etmeliyim çok fazla betimlemesi var. Okurken nasıl sıkıyor. Ağır mobilya ve onca eşya üzerinden yürüttüğü güç gösterisi, ayırmak zorunda kalacağım kavgaları hatırlatıyor bana. Bir de öykü mantığına aykırı düşecek sorgulamaları olmasa.

Thomas Mann hemen boğmak istemez kahramanlarını. Haz düşkünü olarak yüzleştirdiği yaşam başkalarına karşı cömertken onlardan esirger kendini. Kırgındırlar doğal olarak ve gücenmiş. Sahip olma tutkusu ne denli güçlüdür, şaşarsınız. Friedemann üzerinden düşünürüm de, yaşamı duyumsamaya engel fiziki ya da başkaca kusurlar bulunmasaydı insanlarla alıp verilemeyecek ne kalırdı geride?

Her öyküde ya iflas etmiş yada hastalıkla boğuşan bir tüccar mutlaka bulunur. Sonra, bir bahçe. İçinde yıkılmaya yüz tutan ev ve havuzu. Yazar açıkyüreklilikle çağırsa gerek. Kendini esirgemiyor bizden. Evet evet, içtenlik çok büyük bir özveri aslında. Dikkat kesildim okuyacaklarıma. Sanırım T.Mann novellerinde otobiyografisini yazdı.

Yaşam ve akıl arasında denge olduğu sürece edebiyat bizi esenliğe götürmez mi? Yaşamla arasında ki mesafeden dolayı yazar ince beğeniler edinir. Başkaları için belki tuhaf ama sanat ve edebiyat için gerekli olan. Spinell karakteri işte böyle biridir. Bayan Klöterjahn’la diyaloğu bu tuhaflığı ne güzel anlatır;
“ Siz güzel kadınlara böyle mi bakarsınız, Bay Spinell?”
“ Evet, hanımefendi ! Gözlerimi dikip onların yüzüne kaba ve gerçeğe susamış biri gibi bakmaktan ve kendileriyle ilgili olarak hatalı gerçek bir izlenim edinmekten daha iyidir böylesi..” (* )

(*) Alıntı ve diyalog ; Kamuran Şipel, Seçme Öyküler.


Aydın AKDENİZ

4 Nisan 2009 Cumartesi

Serinus Pusillus mu, Yoksa Rasmussen’mi Alırdınız?


Elinde üstün nitelikli çekim ve görüntüleme fonksiyonları bulunan bir fotoğraf makinesi ile iki bin rakımlı dağ zirvelerinde yabanıl yaşamın en nadide türlerine ait, nesli yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış doğa kuşlarını inceleme, fotoğraflama ve çeşitliliğini araştırma telaşına kapılan aramızdan kaç kişi çıkar doğrusu bilemem? Fakat hanidir kapattığım ekranların o bildik hamasi siyasi söylem ve eylemleriyle dolu haber akışından bunalıp biraz olsun rahatlamak, zindeliğe duyulan ihtiyaçla sanal âlemin engin derinliği içerisinde tek kaygısı depreşen politik dürtülerini teskin etmek olmayan insanların gündelik uğraşlarına tanık olmak isteğiyle oradan oraya sörf yapmaya başladım. Şu insanoğlunun ne garip merak ve uğraşıları var böyle! Antika tutkusundan tutunda el sanatları, bahçecilik ve astronomiye varıncaya kadar türlü, türlü ilgi alanı ve bunlarla kazanılan bilgi ve deneyimler ile insan ve onun öğrenme hırsı. Yaş, sınır, cinsiyet tanımayan özlemler! Her biri kendi derinliği içinde saygı ve takdiri hak eden uğraşlar bunlar. Fakat aralarında yukarıda kısmen belirttiğim kuş bilimcilerinin hayata bakış tarzları her nedense benim için ayrı bir değere sahip oldu. Ornitoloji deniyormuş kuş bilimine. En iyi görüntüyü alabilmek için doğayı çok yakından tanımaları gerekiyor. Fotoğrafçılık, kameramanlık arazi şartlarında yön bulma, harita okuma, iklimsel ve coğrafi özellikler ve elbette yabanıl hayatın şu sevimli yaratıklarının biyoloji ve beslenme rejimleri ve göç yollarını bilmek olmazsa olmaz şartlardan biri. Oldukça zengin ve oldukça verimli, öğretici bir ilgi alanı. Ornitologlarımızın her tür beklentiden uzak bir özveri gerektiren yüksek amaçlarına saygı duymamak elde değil. İçinde yaşadığımız ortama kendimizi sorumlu hissedebilmek, doğal işleyişe verdiğimiz zararı bir nebze olsun gidermeye çalışmak, bunu tek düzeliğe dönüşen gündelik koşuşturmalarımızın bunaltıcı atmosferinden kaçarak kendi hayatımıza renk katacak anlamlı bir hobiye dönüştürmek, doğrusu oldukça zarif bir anlayışın edinebileceği zevklerden biri olsa gerek. Rasmussen’de önemli ama hayat her şeyden kopup sadece siyasi anlayış ve açılımların peşinde tüketilemeyecek kadar da kısa doğrusu.

Aydın AKDENİZ

http://blog.milliyet.com.tr/Blogger.aspx?UyeNo=772664

1 Nisan 2009 Çarşamba

Dünyaya en çok benzeyen gezegen keşfedildi


İki milyon ışıkyılı uzaklıkta olan Andromeda'da dünyaya çok benzeyen bir gezegen keşfedildi.

Hubble, Chandra teleskoplarıyla Hawaii'de 4200 metrelik rakımda kurulu Mauna Kea Keck İkiz Teleskopunun yardımıyla yapılan keşifte, Andromeda'daki gezegende Dünya'nın jeolojik zaman dilimlerinden Devon'a çok benzeyen bilgisayar bulguları sağlandı.

ABD'nin California Teknoloji Kurumu (Caltech) ile aynı eyalette kuruma bağlı Pasadena'da kurulu 70 yıllık köklü ordu tesisi olan, Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesine (NASA) bağlı Jet Motorları Araştıma Merkezi (Jet Propulsion Laboratory: JPL), ilk olarak Almanya'da Max Planck fen bilimleri kurumunun tespit ettiği büyük buluşu doğruladı.

Dünya'nın 395-280 milyon yıl önceki haline çok benzer bulgular elde eden astrofizikçilerle jeologlar, "Bu gezegende yaşam mutlaka var. Çünkü gezegenin çapı ve beslendiği güneşın (yıldızın) uzaklığı, Güneşimiz ve Yer'e yakın, yani tahminen 14 bin km ve 168 milyon km uzaklıkta" dediler. Dünya'nın çapı yaklaşık 12 bin km.

Kaynak: Ajanslar

29 Mart 2009 Pazar

Altınoluk'ta bir gün batımının izlenimleri


1989 yılının kasım ayına ait günlerden biriydi. Emre o yaz fakülteyi yeni bitirmiş, ç dört aydır Altınoluk´ta babasına ait yazlık evinde öğrencilik yıllarının yorgunluğunu atmaya çalışıyordu üzerinden. Geleceğe yönelik planları için fakülteyi bitirmeden bir süre önce girişimlerde bulunmuş şimdi bir yandan tatil yapıyor diğer yandan merakla bu girişimlerinin nasıl bir sonuç vereceğini bekliyordu. Öğrencilik yıllarının alışkanlığı ile mezun olduğu daha ilk günden itibaren gündelik yaşamına bir düzen getirmişti. Buna göre sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyanıyor, kahvaltıdan önce sahile iniyor ve henüz gecenin serinliğine sahip denizin süt liman olmuş sularını yaklaşık bir saat boyunca kulaçlıyordu. Ardından sahil kenarındaki evlerine giderken önce markete uğruyor, buradan ihtiyaçlarının yanı sıra gündelik gazetelerini de alıyordu. Kahvaltı sırasında gazeteleri uzun, uzun inceler, özellikle iş ilanlarının bulunduğu sayfayı muhakkak gözden geçirirdi.Öğleden sonra dörde kadar kitaplığından rast gele aldığı çeşitli kitapları okur ve öğle sıcağının bunaltıcı etkisinin kaybolduğu bir vakitte kumsaldan yükselen neşe dolu haykırışların cazibesiyle sahile inerdi. Akşam saatlerinde kısa bir çarşı turu yapar ve evlerinin denize bakan balkonundaki yerini alırdı. Gündüz yarım kalan okumalarına bu saatte devam eder, bir yandan da günlüğüne kendince karalamalar yazardı. Emre´nin bir günlük tatil programı olağan dışı bir değişiklik olmadığı sürece bu şekilde geçerdi.

Mevsim artık yazdan sonbahara dönmüş farklı şehirlerden gelen tatilciler, yazlıklarından çekilmiş, cadde ve kumsallar ıssızlaşmıştı. Ama yine de rıhtımda el ele dolaşan genç sevgililer yada artık sararmaya yüz tutmuş yapraklarını döken asırlık çınarların altında sıcacık çaylarını yudumlayan orta yaşlı insanların sohbet ettikleri görülebiliyordu. Sonbahar mevsimi, Emre´nin duygularında, hüzünlü bir etki yapardı. Çoğu kez bu duygunun esiri olmak istemezdi. Ama arada bir kendini lirizmin coşkusuna bırakır, yazdığı hikaye denemelerinde karakterlerine biçtiği rolleri daha gerçekçi yazabilmek için bu duygu yoğunluğunun sınırlarını görmek isterdi. Güneş´in batmaya yüz tuttuğu şu saatte ufku gözlemek amacıyla balkona çıkarak şezlonga oturdu. Şimdi artık bütün bir ufku görebiliyordu. Dalgın bakışlarını körfezin ufukta yitip giden derinliklerine yönelttiğinde orada bir balıkçı teknesinin belli belirsiz siluetini ve küçük karaltılar halinde uçuşmakta olan martıları gördü. Güneş´in bakıra dönüştüğü bu gün bitiminde suya düşen ışınlar gittikçe daralan açılarla hemen şuracıkta sahilde tepe noktası yaparak sona eriyordu.Gizemli bir el adeta bütün maharetini göstererek yüzlerce çeşit şekil oluşturuyordu.Denizin yüzeyinde her dalganın kırılışında değişen açıların etkisiyle kah alev renginde bakır tonlar hakim oluyor yüzeye, kah küçük meltem esintileriyle gittikçe kararmakta olan deniz mavisi sonlandırıyordu bakırın bu hakimiyetini. Doğanın esrarlı güçleri sessiz bir renk serenomisi içinde kıyasıya bir mücadele veriyordu sanki. Madalyonun bir yüzünde, girdap etkisiyle insan ruhu, mutluluk ve hazzın derinliklerine çekilirken öte yandan monoton bir döngü içerisinde yaşamın o bildiğimiz yüzü.